Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, 1 Ekim 2024 tarihli Türkiye Büyük Millet Meclisi açılış konuşması ve aynı gün Sayın Devlet Bahçeli'nin DEM Parti yönetici ve heyetiyle tokalaşma ve diyalog hamlesiyle resmen başladığı kabul edilen ‘Terörsüz Türkiye' sürecinde bir yıl geride kaldı.
PKK lideri Abdullah Öcalan'ın çağrısıyla, örgütün silah bırakma ve kendini fesih kararıyla en kritik eşiklerden biri aşıldı. Sürecin gereği olan yasal düzenlemeler için de şimdi top Meclis'te.
Sürecin toplumsallaştırılması ve yasal altyapısını oluşturmak için TBMM'de kurulan Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu, çalışmalarının ilk aşaması olan farklı toplum kesimlerini dinleme sürecini tamamlamış değil.
Şimdiye kadar 12 toplantıda 91 kişiyi dinleyen komisyona başkanlık eden Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş'un verdiği bilgiye göre bu süreç biraz daha sürebilir.
Sürecin planlanandan yavaş ilerlediğini hem iktidar hem de DEM Parti kanadı kabul ediyor. Bunun nedeni olarak da "güven sorunu"nun tam aşılamaması gösteriliyor.
İktidar kanadında iki temel kaygı var. Bunlardan ilki Suriye'deki son durum.
AK Parti kurmayları, Suriye'de Türkiye'nin PKK'nın uzantısı olarak nitelendirdiği Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile Şam yönetimi arasında entegrasyon krizinde gidişatın netleşmesi gerektiğine işaret ediyor.
Sürecin gidişatı, yaşananlar ve hedeflere dair değerlendirmelerini aldığımız DEM Parti Bingöl İl Eş Başkanı Sedat Ormangören, yöneltilen soruları da yanıtladı.
Ormangören'in Bingöl Online'ya verdiği röportajda öne çıkanlar şöyle;
“SİLAHLAR SUSTU, ANCAK…”
“Terörsüz Türkiye” sürecinin başlamasından bu yana bir yıl geride kaldı. DEM Parti açısından bugünkü tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce süreç ilerliyor mu, yoksa bir bekleme dönemine mi girildi?
Aslında sürecin başlangıcında toplumda ciddi bir umut dalgası oluşmuştu. İnsanlar yıllardır süren çatışmalı ortamının son bulmasını, normalleşmesinin kalıcı hale gelmesini bekliyordu. Ancak bir yılın sonunda bu beklentilerin tam anlamıyla karşılandığını söylemek zor. Fakat somut bir sürece dönüşebilmesi için karşılıklı güvenin yeniden inşa edilmesi, siyasal alanın nefes alması ve demokratik standların gerçekleştirilmesi gerekiyor. Kısacası süreç ne tamamen durmuş ne de beklenen yönde ilerliyor. Silahlar sustu, ancak hasta tutsakların cezaevlerinde tutulması ve AİHM kararlarının uygulanmaması, adaletsizliğin hâlâ sürdüğünü ve hukukun üstünlüğünün tam anlamıyla hayata geçirilmediğini gösteriyor.
“İLGİ, SAMİMİYET VE TUTARLILIK GEREKİYOR”
Kamuoyunda sürece dair zaman zaman umut, zaman zaman ise tereddüt duygusu görüyoruz. Sizce toplumun bu sürece yönelik güveni hangi noktada?
Toplumun güveni hâlâ kırılgan. İnsanlar barışa inanmak istiyor ama geçmiş deneyimlerden dolayı temkinli. Sözlere değil, adımlara bakıyorlar. Somut gelişme göremedikçe umut yerini tereddüde bırakıyor. Yine de barışa dair inanç tamamen sönmüş değil, sadece karşılık bekliyor. Toplumun güvenini bir bitki laboratuvarındaki filiz gibi düşünebiliriz. Işık ve su dengedeyse filiz büyür ama bir süre ilgisiz kalırsa hemen solar. Barış süreci de öyle; küçük bir umut bile toplumu yeşertiyor ama belirsizlik uzadıkça güven kurumaya başlıyor. Bugün o filiz hâlâ canlı ama güçlenmesi için düzenli ilgi, samimiyet ve tutarlılık gerekiyor.
“SOMUT ADIMLAR, ŞEFFAFLIK VE SÜREKLİLİK ŞART”
Hem hükümet hem DEM Parti tarafı “güven sorununun” tam olarak aşılmadığını belirtiyor. Sizce güven sorununu yaratan temel nedenler neler?
Güven sorununu anlamak için toplumsal hafızayı göz ardı edemeyiz. Uzun yıllar süren çatışmalar, kırılgan deneyimler ve değişken politik ortam, insanlarda derin bir temkinlilik yarattı. İnsanlar artık sadece söylenenlere değil, eylemlere bakıyor.
Bir diğer neden, şeffaflık ve tutarlılık eksikliği. Barış ve normalleşme mesajları verilirken, eş zamanlı olarak güvenlik önlemleri ve kutuplaştırıcı politikalar devam ediyor. Bu da toplumda “söz ile eylem birbirini tutmuyor” algısını güçlendiriyor.
Ayrıca güven, karşılıklı algı farklılıkları ile daha da kırılıyor. Siyaset kurumları birbirine güvenmediğinde, halk da arada sıkışıyor. Kısaca, güveni yeniden tesis etmek için sözlerden çok somut adımlar, şeffaflık ve süreklilik şart.
“SİYASİ TUTSAKLAR VE SÜRGÜNDEKİ ARKADAŞLARIMIZ AİLELERİNE KAVUŞMALI”
Sürecin sağlıklı ilerleyebilmesi için iktidar kanadının atması gereken en acil ve somut adım sizce nedir?
Toplum artık laf değil, eylem ve sonuç görmek istiyor. En acil adım, güveni yeniden tesis edecek şeffaf ve hesap verebilir adımların atılmasıdır. Bu kapsamda, siyasi tutsakların ve sürgündeki arkadaşlarımızın bir an önce ailelerine kavuşması öncelikli bir adım olmalıdır. Yaptığımız aile ziyaretlerinde, anneler artık barışın bir an önce sağlanması gerektiğini ve zaman kaybı olmaması gerektiğini açıkça ifade ediyor. Bu hem güveni güçlendirir hem de sürece dair samimiyetin en somut göstergesi olur.
“GÜVENİ GÜÇLENDİRECEK SOMUT ADIMLAR ATMAYA HAZIRIZ”
DEM Parti'nin bu sürece katkısı ve üstlendiği rol zaman zaman kamuoyunda tartışılıyor. DEM Parti olarak siz hangi adımları atmaya hazır olduğunuzu söylüyorsunuz?
DEM Parti olarak sürecin kalıcı ve güvenli bir barışa ulaşması için üzerimize düşeni yapmaya hazırız. Önceliğimiz, toplumsal güveni güçlendirecek şeffaf ve kapsayıcı bir diyalog zemini oluşturmak.
Bir örnek vermek gerekirse, Avrupa'daki bazı ülkelerde benzer süreçler yaşandı: İrlanda'da Kuzey-İrlanda Barış Süreci sırasında, siyasi tutukluların serbest bırakılması ve tarafların aileleriyle buluşturulması, toplumsal güvenin yeniden inşasında belirleyici rol oynadı. Biz de benzer bir yaklaşımı Türkiye bağlamında uygulayarak, güveni güçlendirecek somut adımlar atmaya hazırız…
“EN ÇOK ETKİLENEN KİŞİLERİN SESİNİ DOĞRUDAN KARAR MEKANİZMALARINA TAŞIMAK ŞART”
TBMM'de kurulan Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu toplum temsilcilerini dinlemeye devam ediyor. Sizce komisyon doğru kesimlerle mi konuşuyor? Kimler eksik kalıyor?
Komisyonun Ağustos ayında kurulması olumlu bir adım; bu, sürece dair kurumsal bir mekanizmanın hayata geçtiğini gösteriyor.
Çalışmaların başlangıcı sevindirici olsa da, toplumun gerçek sesi hâlâ tam olarak yansıtılmıyor. Genellikle resmî kurumlar ve büyük sivil toplum kuruluşlarıyla iletişim öne çıkıyor; oysa sürecin doğrudan etkilediği yerel halk, gençler, kadınlar, siyasi tutsak aileleri ve sürgündeki topluluklar çoğunlukla görüşleri alınmadan kalıyor.
Toplumun güvenini kazanmak ve sürecin samimiyetini göstermek için en çok etkilenen kişilerin sesini doğrudan karar mekanizmalarına taşımak şart.
Barış, sadece parlamento salonlarında alınan kararlarla değil; sokakta yaşayan insanların gözlerinden, sözlerinden ve deneyimlerinden beslenerek inşa edilir.
“GÜNEY AFRİKA ÖNEMLİ BİR ÖNEK!”
Sürecin kalıcılaşması için yasal düzenlemeler gerektiği ifade ediliyor. Sizce yapılacak yasal düzenlemeler hangi temel ilkeleri içermeli?
Sürecin kalıcı ve güvenli bir şekilde ilerleyebilmesi için yasal düzenlemeler öncelikle adalet, eşitlik ve şeffaflık ilkelerini esas almalı. Herkesin haklarının güvence altına alındığı, hukukun üstünlüğünün açıkça korunduğu bir çerçeve oluşturulmalı.
Bunun yanı sıra, siyasi katılımın önündeki engellerin kaldırılması ve siyasi tutsakların haklarının güvence altına alınması kritik bir unsur. Örnek olarak, Güney Afrika'daki apartheid sonrası süreçte, geçiş adaleti yasaları ve kapsayıcı anayasa ile hakların güvence altına alınması, toplumda kalıcı barış ve güveni sağlamada belirleyici oldu.
Kalıcı barış, sadece iyi niyetle değil; güçlü, kapsayıcı ve adil yasalarla güvence altına alınır; tıpkı Güney Afrika'da olduğu gibi.
“TOPLUMSAL SAHİPLENME OLMADAN BARIŞIN TEMELİ EKSİK KALIR”
Sürecin sadece bölgeyle sınırlı kalmaması gerektiği söyleniyor. DEM Parti olarak batı illerinde ve genç seçmen nezdinde nasıl bir toplumsal iletişim yürütüyorsunuz?
DEM Parti olarak, sürecin sadece belirli bölgelerle sınırlı kalmaması gerektiğine inanıyoruz. Bunun için hem batı illerinde hem de genç seçmen nezdinde kapsamlı bir iletişim stratejisi yürütüyoruz. Toplantılar ve saha ziyaretleri ile halkın görüşlerini dinliyor, onların beklentilerini ve endişelerini sürece yansıtıyoruz.
Amacımız, sürecin ülke genelinde sahiplenilmesini sağlamak ve toplumsal güveni güçlendirmek. Gençler ve farklı şehirlerde yaşayan yurttaşlarımızı sürecin sadece gözlemcisi değil, aktif katılımcısı hâline gelmeli. Barış, ancak halk tarafından sahiplenildiğinde kalıcı olur. Toplumsal sahiplenme olmadan barışın temeli eksik kalır.
“TEMEL BELİRLEYİCİ TOPLUMUN İHTİYAÇ VE GÜVEN ORTAMIDIR”
Hükümet cephesi, özellikle Suriye'deki gelişmelerin süreci doğrudan etkilediğini belirtiyor. Suriye sahasındaki dengeler sizce bu sürecin temposunu ne ölçüde belirliyor?
Suriye'deki gelişmeler sürecin temposunu etkileyebilir ancak kalıcı barış ve güven, iç dinamiklere bağlıdır. Dış faktörler süreci şekillendirebilir ama ilerlemenin temel belirleyicisi toplumun ihtiyaç ve güven ortamıdır.
NASIL BİR TÜRKİYE FOTOĞRAFI OLMALI?
Bu sürecin beş yıl sonra nereye ulaşmasını ideal bir hedef olarak görüyorsunuz? Nasıl bir Türkiye fotoğrafı çiziyorsunuz?
Beş yıl sonra Türkiye, çatışmanın değil, diyalog ve güvenin egemen olduğu bir ülke olmalı. Demokratik kurumlar güçlenmiş, halklarımızın eşit şekilde korunuyor, gençler ve kadınlar toplumsal karar süreçlerine aktif olarak katılıyor olmalı.
Hedef, sadece barışın sağlandığı değil, güvenin ve eşitliğin her gün hissedildiği bir Türkiye'dir.
Son olarak, bu sürecin başarısız olmaması için siyasetçilere, sivil topluma ve medyaya nasıl bir çağrıda bulunursunuz?
Başarı için sorumluluk, şeffaflık ve iş birliği. Siyasetçiler, sürecin samimiyetini göstermek için tutarlı ve hesap verebilir adımlar atmalı; sivil toplum, halkın sesini temsil ederek katılımcılığı ve güveni güçlendirmeli; medya ise doğru ve tarafsız bilgi akışı sağlayarak kamuoyunu sürecin ortağı hâline getirmeli.